27 Ocak 537’de Roma İmparatoru 1. Justinyen, Ayasofya Kilisesi’ni İstanbul’a adayarak, ‘‘Beni böyle bir işe layık gören Tanrı’ya şükürler olsun’’ dedi. Aradan geçen yüzyıllar boyunca İstanbul, Müslüman orduları tarafından fethedilmeye çalışıldı.
1453’teki kuşatmada Hristiyan ailelerden alınan ve Müslüman savaşçılar olarak yetiştirilen Yeniçeriler kullanıldı. Bu güçle Fatih Sultan Mehmed, son İmparator Konstantin’in savunmasını yenilgiye uğrattı. Müslüman savaşçılar Ayasofya’nın kapılarını kırarak içeride saklanan yüzlerce Hristiyan’ı öldürdü ya da tutukladı. Müslümanlar, Hristiyan objelerini kaldırarak, mozaiklerin üzerini kapatarak ve Kuran ayetleri içeren levhalar yerleştirerek Ayasofya’yı camiye dönüştürdü. Bazı Hristiyan objeler yok edilse de, çoğu sadece gizlendi.
Ayasofya, 1934 tarihinde müze haline geldi ve sanat tarihçileri onlarca Hristiyan objeyi restore edebildi. Günümüzde Hristiyan ve İslami semboller, Ayasofya’da bir arada bulunuyor.
Papa 6. Paul, 1967’de bölgeyi ziyaret edip Meryem Ana’ya özel bir dua okumasına, bir grup Müslüman öğrenci ertesi gün Ayasofya’da namaz kılarak ve Vatikan’a Fatih Sultan Mehmed’in bir resmini göndererek karşılık verdi. Müslümanlar tarafından fethedilen topraklarda yaşayan Hristiyanlar saldırganlık, dönüşüm girişimleri, ihmalkarlık ve restorasyon dönemlerine maruz kaldı. Ayasofya gibi, her iki dinin de bir arada bulunduğu yerler yoğun arzuları ön plana çıkarmaktadır.
Katedralin yıkılışını izleyen Bizanslı tarihçi Georgios Phrantzes, ‘‘Senin bilgeliğin ne denli akıl ermez ve anlaşılmazdır, ey Kral Mesih! Senin için kim yas tutmazdı, ey kutsal tapınak!’’ diye seslendi.
Tanrı’nın bilgeliğini kavrayamadığımızda yas tutarız. Ancak Tanrı’nın yollarını öğrenmek için çalışmalıyız.