Müslüman kardeşlerimizin İsa Mesih’in ölmüş olması gerçeğini ve ölümüyle gelen bereketleri anlayıp, kabul etmeyi reddetme konusundaki kararlılıkları kadar yürek burkan bir şey yoktur
Tarihi bir Kanıt Olarak Rabbin Sofrası
Müslüman kardeşlerimizin İsa Mesih’in ölmüş olması gerçeğini ve ölümüyle gelen bereketleri anlayıp, kabul etmeyi reddetme konusundaki kararlılıkları kadar yürek burkan bir şey yoktur. Sıklıkla ve özellikle İsa’nın ölüm günü olan ve Müslümanlar tarafından umursamazca ya da kızgınlıkla asla ölmediğinin söylendiği, İsa’nın canını verdiği günü andığımızda, yüreklerimizden ‘Keşke aradaki perde kaldırılsa!’ deriz ve kiliselerimizde bununla ilgili yüksek sesle dua ederiz.
Büyük olasılıkla, İsa Mesih’in ölümüne iman etmek konusundaki bu başarısızlık, diğer tüm Hıristiyan öğretilerini reddetmekten daha ölümcüldür. Bir insanın yüreği tamamen kırıldığında ve Mesih’in ölümüyle ilgili öğrendikleri tarafından yumuşatıldığında, kişi Mesih’i yaşamının Efendisi ve Sahibi olarak ilan edecek ve yaşamının geri kalanında O’na güvenecek ve de yaşamını O’na teslim edecektir. Diğer öğretileri de kolaylıkla anlaşılmaya başlayacak.
Bu nedenle, diğer kişiler için kanıtlanma gerektirmeyen bir gerçek olsa da, Müslüman kardeşlerimize İsa Mesih’in öldüğünü ve dahası bu ölümün O’nun bağımsız ve bir amacı gerçekleştirme konusundaki kararlı isteğiyle gerçekleştiğini(insanlığın günahları ve bağışlanması için gerçekleştiğini) anlatmak için bir kez daha çaba göstermeli olduğumuzu hissediyoruz. Ve kanıtlama biçimimiz alışılmışın biraz dışında, Kutsal Komünyon ya da Rab’bin Sofrası olarak adlandırılan ayinin varlığıyla olacaktır.
O zaman, gözlemlenebilir bir gerçekle başlayalım: dünyanın her yerindeki tüm kiliselerde, genellikle haftanın ilk günü olan Pazar günü gerçekleştirilen bir ayin vardır. Bu ayin birçok farklı şekillerde gerçekleştirilse de, ortak olan bir nokta vardır, ekmek bölünür ve şarabın meyvesi sunularak içilir. Ekmeği bölüp, şarabı sunan kişi ölümünden bir gece önce Kurtarıcımızın ‘Beni anmak için böyle yapın’ diyerek verdiği buyruğu yerine getirmek için böyle yaptığını söyleyerek, ekmeği böler ve yenilmek üzere diğerlerine uzatır, şarabı döker ve içilmek üzere diğerlerine uzatır, bu ekmek O’nun bölünen bedenidir ve şarabın meyvesi de insanlar için dökülmüş olan kanıdır.
Bu tüm dünyadaki Hıristiyan kiliselerinde yapılmaktadır. Bu uygulama, tarihe genel bir bakışla anlaşılabileceği gibi her çağda var olmuş ve nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Bizim savımız, bunun bizi yukarıda belirtilmiş olan asıl emre götürdüğü ve İsa Mesih’in belli bir gecede bu eylemleri gerçekleştirdiği ve bunun bir anma aracı olarak tekrarlanmasına devam edilmesini
Tüm kuşaklar boyunca İslam dünyasının, geleneksel fikirbirliğinin(tevatür),Kuran’ın gerçekliği konusundaki görüşlerinin, söz ettiğimiz uygulamanın evrensel bir şekilde uygulanmasıyla sergilendiği üzere, bu emrin gerçekliği, zamanı ve mekanı hakkındaki Hıristiyanlık dünyasının görüşlerinden daha üstün olmadığını söylemek güvenli olacaktır.
Şimdi, bu doğruysa, (1) İsa Mesih’in kendi ölümünü-şiddet içeren ve kan dökmek gerektiren bir ölüm olarak- önceden gördüğü doğrudur. Bu da, O’nun ölümünün önemini ve getireceği anlatılmaz yararları bildiğini, bu nedenle de, bu ölümü gelecek kuşaklara dramatik bir şekilde hatırlatacak bir ayin olarak tesis etmiş olduğunu göstermektedir.
(2) Gerçekten de İsa bu ölümü yerine getirmiş, gerçekleştirmiştir. İlk açıklama iyi bir şekilde yapılmışsa, bu son noktayı çelişkiye düşmekten korkmadan iddia edebiliriz. Çünkü herkes O’nun dışında herkes O’nun bir peygamber olduğunu kabul eder, bu muhtemelen İsa’nın dünya üzerindeki yaşamı ve yaşamının anlamı hakkında yaptığı ciddi açıklamaları hatalı olduğundan, hem de öğrencilerin kendilerine aktarılmış olan bu uygulamayı yapmadıklarından ya da kendileri bunu İsa Mesih sanki gerçekten de boğazlanmamış ve daha önceden uyardığı gibi kanı dökülmemiş gibi yerine getirdiklerinden olabilir.
Bunun her çağda bir kutlama olarak değerlendirilmesiyle kanıtlanan üçüncü bir nokta da ekleyebiliriz. Bu kutlamanın haftanın ilk gününde yapılması gerçeği, O’nun ölümden dirildiğini kanıtlamaktadır. Bu nokta eşit derecede önemli olsa da, bugün bizim vurgulamak istediğimiz bu değildir. Tüm Müslümanlar O’nun öldüğüne bir inanabilseler, ‘dirildiğine’ de inanırlar, önceki inançları O’nun ölümden dirildiğini anlayabilmeleri için yardım edecektir.
Mesih’in kendini kurban ederek ölmesi hakkındaki bu savın, gerçeği seven Müslümanları ikna etmek için, çarmıh hakkındaki tarihi gerçekten bile daha güçlü olacağına inanıyoruz. Sonraki adımda, Müslümanlar çarmıha gerilmenin gerçekleştiğinde Hıristiyanlarla ayn fikirdedirler ve hatta çarmıhta asılı olanın İsa Mesih’i temsil ettiğine bile inanırlar. Sonra çarmıha gerilenin aslında İsa Mesih olmadığını iddia eder ve böyle olmadığına inanmak için tam tersinin kanıtlanmasını isterler!
Bu yemekle sadece nesnel bir olaya geri götürülmekle kalmayız ama bu yemek Mesih’in Kendi düşüncesini de içeren bir olaydır ve bu da tüm sava yeni bir güç ve anlam kazandırır ve bu da Anılma Yemeğinin tesis edilişi konusunun bu kadar sofistike olmasının mümkün olmadığını gösterir. Artık Müslüman arkadaşımız çarmıha gerilme gerçeğini sadece soyut bir kimlik sorunu olarak görüp saldırdığı zamanlarda kendinde hissettiği aynı güveni hissedemez. Şimdi biz kişisel alanımızdayız ve bu alan da bir Peygamber’in düşüncesinin açıklanması olduğu için Müslümanların herzaman saygı duymaları gereken ve saygı duyacakları bir alandır. Çünkü eğer bu ayin tüm çağlar boyunca kutlanmışsa ve hala kutlanıyorsa, tüm çağlar boyunca tüm İnanlıların Mesih gelene(ki bir gün gelecek) dek, bölünen bedenini anmak için ekmeği bölmeleri ve akıtılmış olan kanını anmak için şarabın meyvesinden içmeleri ve böylece Kendisini anmaları hakkındaki Mesih’in Kendi emrine dayanıyorsa, o zaman Müslümanların daha fazla tartışmayı gerektirmeden ikna olmuş ve bunu kabul etmiş olmaları gerekir. Söylediğimiz gibi hiçbir Peygamber kendi yaşamı, işleri ve gelecekteki etkisinden söz ederken böyle bir hata yapmış olamaz: bu nedenle de İsa ölmüştür, bedeni bölünmüş ve kanı akıtılmıştır: ayrıca öğrencilerinin anılması emrine itaat etmesi gerçeği ve kuşaktan kuşağa iletilmiş olan ölümündeki şartlarla ilgili bilgiler, bu emirde söz edilen şartların yerine gelmiş olduğunu da göstermektedir.
Bu kanıtlamayla ilgili özellikle Müslüman kardeşlerimize hitap eden başka bir nitelik de, bu tip anma eylemlerinin sahte bir kaynağının olamayacağı konusundaki köklü inançlarıdır. Müslüman kardeşlerimiz buna neden olarak hacca gitmenin Muhammed’in varlığının ve Mekke ve Medine’yle ilgili gerçek bağının Kabe’ye saygı göstermekle ilgili gerçek emir hakkındaki tartışmalara en iyi cevap olduğunu söylerler ve bu eylemlerin aslında hacca gitmeyi emreden Kuran’daki ayetlerin gerçekliğini daha fazla desteklemek için ve daha sonra da bu eylemlerin uygunluğu hakkında da haklı bir kanıt olarak kullanmaktadırlar. Benzer şekilde, Mekke’nin dışındaki, her yıl hacıların eliyle atılan yeni taşlarla büyüyen taş yığını da bu garip eylemin gerçekten emredildiğinin en iyi kanıtıdır. Doğuda dini liderlerin yetki dışı taklit edilmeleri bile, dini ayinlerin ve kuralların prensiplerinin oluşmasına neden olmuşsa, özellikle belirtilmiş bir emir çok daha fazlasını yapacaktır! Gelenek diye adlandırılan aslında kuşaktan kuşağa iletilmiş bir bilgiye göre Caliph’in devesini yuvarlaklar çizerek sürdüğü görülmüştür. Kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda, bunu neden yaptığını bilmediği üzerine ant içmiş ama Tanrı’nın peygamberinin böyle yaptığını gördüğü için böyle yaptığını söylemiştir! Bu bile oluyorsa, peygamber tarafından açıkça belirtilmiş bir emre ne kadar büyük bir sadakatle ve kesin bir şekilde itaat edilmesi gerekir!
Doğuda, o zamanlar, sembolik eylemler genellikle bir kuşaktan diğerine uygulamanın sürdürülmesiyle geçerdi ve derin bir şekilde köklenmiş bir alışkanlık olurdu. Tarihsel açıdan bu eylemler dikkatlice incelense ve kanıtlar toplansa, bu asıl gerçek için kesin bir rehber oluşturur. Muhammed’in varlığı, Mekke’yle bağlantısı ve hac hakkındaki emri, İsa Mesih’in varlığı, Yeruşalim’le bağlantısı, bedenin bölünmesi ve kanının akıtılmasının anılması hakkındaki emri, bu Sakramentin detaylarında bu gerçeklerle gösterildiği kadar açık bir şekilde gösterilmemiştir.
Ama birisi ‘tarihsel açıdan bunu destekleyen belgeleriniz var mı?’ diye sorarsa, bunları sunmaktan büyük sevinç duyarız. Genel/tarihsel doğrulama olarak, hiçbir Müslüman’ın, Hıristiyanlık hakkında bir şeyin bilindiği her yerde, haftanın ilk gününde bu ayinin kutlanması bulunur. Hicret zamanında ve çok öncesinde de edebiyat tüm çağlar boyunca bunun örnekleriyle doludur. Tüm tespit olmuş ve tespit edilebilen zamanların genel fikir birliği; aktarım ve sahtekarlık yapmak hakkındaki isteklendirme olmamasıyla tevatür şartları fazlasıyla yerine gelmiştir. Eğer bu hiçbir zaman gerçekleşmemişse, kim korkunç bir ölümün anılmasını ister ya da kim, kendisi ve diğerleri bunun gerçekleştiği konusunda ikna olmuşsa, hatayla ya da hata yapmaksızın böyle ciddi bir kanıt üretir? Ya da kim kendisi gerçekten inanmıyorsa, Mesih’in öldüğü konusunda insanları kandırmayı ister? Eğer Mesih’in öğrencilerinin, Mesih’in ölmediğine dair kanıtlar oluşturmaya çalıştığı iddia edilirse, bu aslında Dürzi tarikatını başlatan kişi olan FatimideHakim olayında olduğu gibi, sahte Mesihler, İmamlar, Mehdiler ve Peygamberler hakkında olup bitenlerle daha yakın bağlantı içinde olurdu.
Rab’bin Sofrası’nın ilk çağlarda kutlandığına dair, Elçiler’e kadar dayanan daha kesin tarihi kanıt ve belgeler vardır ve onlar da sonuç olarak bu emri Mesih’ten aldıklarından ve Mesih de bu emri verdiğinden, bedeni gerçekten bölünmüş ve kanı gerçekten akıtılmıştır. Şimdi bunun ne kadar güçlü olduğuna bakacağız.
Biz dünyaya sadece gerçekliği karşı çıkılmaz olanların işlerinden ve tarihleri aşağı yukarı kesin olan işlerden alıntı yapılmış bazı metinler sunuyoruz. Tüm durumlarda şüphe etmenin yararlarından şüphe ederiz. Müslüman arkadaşlarımız kadar Hıristiyanlığın kanıtlarını çürütmek konusunda hevesli olan Avrupa’nın, bu ayinin gerçekliğine karşı şüpheci araştırmalarını görmezden gelmek, hiçbir savunma getirmemiştir. Biz sadece onlar tarafından kabul edilmiş olan metinleri kullanacağız ve kesin doğruluğu onlar tarafından belirlenmiş tarihleri kullanacağız. Savımıza karşı gelen tüm eleştirileri kabul edeceğiz. Ama bunlara rağmen sonunda bu ayinin tüm ülkelerde Hicret’ten çok önce, Elçiler’in zamanından beri kutlandığı açıkça gözler önüne çıkacaktır. Bunlar kabul edilirse, önceden söylediğimiz gibi, Mesih’in anılması için ekmeğin bölünmesini emrettiği ve bu nedenle bedeninin bölündüğü ve anılma için kanının akıtılmasını buyurduğu ve kanının da bu nedenle akıtıldığını kanıtlanmak zorundadır.
(1) İlk yüzyıldan bu yana tüm çağlar boyunca yazarların Anma Yemeği üzerine yazdıkları birçok tez bulunmaktadır. Bunların sayıları o kadar çoktur ki ancak küçük bir kısmına değinebiliriz. Bu isimler Müslüman okurlarımıza uzak olabilir, ama büyük olasılıkla bu isimlerden bazıları O’nun yanındaki yerlerini almışlardır; Luther, Calvin, Thomas Aquinas (ünlü Aristotalesçi düşünür), Chrysostom, Augustine, Athanasius, Origen ve benzeri… Bu kişilerin hepsinin bu konu üzerinde birçok yazısı bulunmaktadır. Her ne kadar ayin uygulamaları hakkında farklılıklar olsa da ana tema aynıdır- İsa ekmeği bölüp, şarabı sunarak, bu yaptığının tekrarlanmasını ve bununla beraber O’nun parçalanan bedeninin ve akan kanının hatırlanmasını istemiştir.
(2) Erken Hıristiyanlık dönemlerine dönerek uygulamada duaların gerçek sırasını birebir izleyen ayin veya dua kitapları bulunmaktadır. Latin ayin düzeninden de geri giderek Mısır ve diğer Doğu ülkelerine bakarsak, bunların bazıları Hicret’ten önceye, İ.S. 4. yıla kadar uzanmaktadır. Günümüz Koptik kilisesinde uygulanan aslında Aziz Chrysostom(radikal bir şekilde “Aziz Markus” ile yer değiştirmiştir)tarafından söz edileninin bir tekrardır ve okuyucularımıza bununla ilgili Kahire’de Watan ofisi tarafından yayınlanan Arapça versiyonunu tavsiye ederiz. Tüm bu araştırmalar arasında değişmeyen bir gerçek vardır, o da İsa’nın isteği doğrultusunda ekmeğin bölünüp şarabın sunulmasıyla O’nun parçalanan bedenini ve kanını anmamızdır.
(3) Kilise Danışma Kurulu tarafından İznik’te İ.S. 323 yılında verilen kararlar ve yaptırımlar doğrultusunda bu anma töreninin nasıl uygulanması gerektiğinden söz edilir ve yön gösterilir.
(4) Son olarak da, erken dönem Hıristyan yazarlarının ara sıra söz ettiği ya da yeri geldiğinde değindiği bu törenle ilgili sanki yazılı bir metin halinde tapınmanın ortasında Göksel Babaları tarafından direk olarak ellerine verilmişçesine yazdıkları bu uygulamanın gerçeklerini ve nasıl yapılması gerektiğini anlatan yazılar vardır.
Ve tüm bu alıntılar bizleri Hıristiyan tarihinin erken çağlarına götürürken, bunlara önem vermeli, Yeni Antlaşma kitaplarına öncelik verirken bu kitapların sadece bir Esinleme olmadığını, çoğunun kesin yazılma tarihlerinin aynen başka “…örnek” yazarının yazdıkları gibi bilindiğini hatırlamalıyız. Bu nedenle yazarların ne söylediğine önem vermeli, bir esinle yazılan şeyler olmadıklarını bilerek buyruklarına uymalı ve o zamanlarda neler yaşadıklarına tanıklık etmeliyiz.
4., 5. ve hatta 3.yüzyıl yazarlarını atlamalıyız, çünkü bu konu üzerindeki düşüncelerine olan bağlılıkları seçim yapmayı imkansız hale getirmektedir; sadece şu isimlerden söz edebiliriz; Chrysostom, Augustine, İskenderiye’liCyril, Yeruşalim’liCyril, Basil, Athanasius, Tertullian ve Origen. Erken dönemde yaşayan Müslüman yazarlar Muhammed’in dua ve orucuyla ilgili olarak bu yazarların bu konu üzerinde, kökeni, biçimi ve anlamı hakkında söz ettikleri kadar durmamışlardır. Bu yazarlar arasında köken ya da biçim hakkında hiçbir farklılık yoktur, her zaman ekmeğin bölünmesi, şarabın sunulması aynıdır ve bunlar İsa’nın ölümünü ve kanının akıtılmasını anma amaçlıdır.
İskenderiye’li Klement (İ.S. 150-220) Bu konudan sık olarak söz eder, örneğin;
…ve sonra Rab eline ekmeği aldı, ilk olarak dua edip kutsadı, daha sonra ekmeği bölerek “Alın, yiyin bu benim bedenimdir” dedi… Mesih şarabı kutsayarak, “Alın, için, bu benim kanımdır” dedi. Başka bir yerde de “parçaların birbirinden ayrılması”(ekmek ve şarap) esnasında neler olduğundan söz eder.
İRİNUS (İ.S. 135-202) İrinus da Klement ile aynı yüzyılda yaşadı. Gau’da piskoposluk yaptı ama aslında Doğu kilisesinde, Polikarp’ın ve Elçi Yuhanna’nın öğrencisi olarak yetiştirildi. O da ekmek ve şarap ayininden ve bunun İsa’nın kanıyla olan ilişkisinden çokça söz eder. Burada bu konuya değindiği bir alıntı bulunmaktadır (orjinalLatince’den çevirdik) “Kibirli insan bedenlerin kurtuluşunu küçümser, yeniden dirilmenin sonsuzluk ile karşılaştırılamayacağını söyleyerek alay eder. Eğer kurtuluşumuz için değil ise Rab bizi kanıyla, Efkaristiyakasesinin simgelediği kanıyla (üzerinde konuştuğumuz ayinin adı), böldüğümüz ve bedenini simgeleyen ekmek aracılığıyla bizi kurtarmadı mı?” (Bu, aslında insanlar arasındaki çekişmenin kibirden kaynaklandığı, çünkü bu üç gerçeğin kesin olduğu anlamına gelmektedir).
Aynı yüzyılın başlarında Atina’da eğitim gören ve bir yayıncı olan JUSTİN’e rastlarız. Roma’da Hıristiyanlığı savunmuştur. Bu konuda şanslıyız çünkü Hıristiyan olmayan insanlara yazıyordu ve bu nedenle konuyu daha detaylı olarak anlatmıştır. Yukarıda söz ettiğimiz yazarların çoğu Hıristiyanlara yazdıkları için Müslüman kardeşlerimize göstermek istediğimiz gerçeklerin bilindiğini kabul ederek yazdıklarından dolayı yazıları tam olarak onlara yönelik değildir, vurgulamak istediğimiz gerçeklerin sadece bir kısmına değinirler. Justin’in yazılarının, sade olması nedeniyle gerçeği bulmak isteyen bir kişi için ilk yazıldığı zamandaki kadar ikna edici olduğu doğrudur. İnsan doğası yeni anlamlar çıkarmak tehlikesinden uzak durmak ister, bu nedenle direk anlatımları tercih eder. Bu özelliğe sahip olduğumuz için Tanrı’ya şükürler olsun.
JUSTİN, (yaklaşık olarak 114 yıllarında doğan ve ikinci yüzyılın ortasından söz eden) Hıristiyanlık törenlerini pagan(putperest) olan arkadaşlarına anlatırken (orjinal Grekçeden çevirdik); “Kesin olarak tanıklık ederim ki, layık olanlar tarafından edilen dualar ve adaklar en iyi olanlarıdır ve Tanrı’yı hoşnut ederler: Hıristiyanlardan sadece bunları yapmaları beklenir, kuru ve sıvı yiyecekle yapılan anma töreni bile, Tanrı’nın Oğlu’nun kişisel olarak çektiği acının anısı içindir.”
Öte yandan hala, “Efkaristya adını verdiğimiz bu yemeğe sadece doktrinlerimizin doğru olduğunu kabul eden inanlılar ve vaftiz olmuş kişiler katılabilir… Çünkü biz bunu sıradan bir ekmek ya da şarap gibi almıyoruz; Kurtarıcımız olan İsa Mesih, Tanrı’nın Sözüyle yeniden beden almıştır. Biz de, bizim için deşildiğini, kurtuluşumuz için bedeninin ve kanının feda edilmiş olmasını alıyoruz. Sözle edilen duayla kutsanan ve bizim bedenimizle kanımızın gıdası haline gelen bu yemek, yeniden beden alan İsa’nın bedeni ve kanıdır. “Müjde” adı verilen yazılarında Elçilerin anlattığı gibi, İsa eline ekmeği alarak şükredip “Beni anmak için böyle yapın bu benim bedenimdir” demiştir, aynı şekilde eline kadehi alarak şükredip “Bu benim kanımdır. Sadece onlarla paylaşın” demiştir. (Justin Martyr, Savunma 1 66. bölüm).
Bir sonraki bölümde uygulamanın genel planından söz eder, haftanın ilk gününde (Güneş günü adını verdikleri günde)… “şehirde ya da kırsal kesimlerde yaşayan herkes bir yerde bir araya gelerek, zamanın elverdiği ölçüde Elçilerin yazılarını ve anılarını okumaya yer verir, hep beraber ayağa kalkarak dua edilir ve daha önce anlattığımız gibi (65. bölüme bakınız) dualar sona erdikten sonra ekmek, şarap ve su getirilir, her biri için ayrıca şükredilir… Pazar (haftanın ilk günü) hepimizin bir araya gelerek toplandığı gündür. Çünkü bu Tanrı’nın karanlıkta bir değişim yarattığı, dünyayı yarattığı ve Kurtarıcımız Mesih İsa’nın ölümden dirildiği gündür. İsa, Cumartesi gününden bir gün önce çarmıha gerilmiş ve Cumartesiden bir sonraki gün de Elçilerine ve Öğrencilere görünmüştür, sizin de anlamanız için size sunduğumuz şeyleri öğretmiştir.”
Üzerinde yorum yaparak bu önemli tanıklığın etkilerini yok etmemeliyiz. Onların Justin’in zamanında yaşayan Hıristiyan önderlerin ya Elçileri kişisel olarak tanıyan ya da onlar tarafından kurulan Kiliselerde eğitim gören kişiler olduklarının altını çizmeliyiz!
Justin’in Mesih’in bedeninin bölünmesi ve kanının aktılmasını anmak amacıyla yapılan bu ayinle ilgili anlatımı, Hıristiyan olmayan ama birçok Hıristiyanla ilişkisi olan bir kişi; aynı dönemde yaşayan ünlü bir Romalı yazarın yazısından bir bölüm ile çok güzel örneklendirilebilir. İmparator Trajan ile yaptığı özel yazışmaları gününmüzde de hala var olan ve bizi Justin’den önceki nesile götüren, İ.Ö. 62 yılında doğan, Justin’in doğumundan önce hemen hemen aynı zamanlarda ölen PLİNY’den söz ediyoruz. Pliny, Pavlus ve Petrus’un Roma’daki ölümlerinden önce doğmuştu ve bir yetişkin olduğunda Elçi Yuhanna hala yaşamaktaydı. İşte Trajan’a söylenen yalan (orjinali olan Latince’den çeviriyoruz) “Hıristiyanlar genel olarak tüm suçlarının (…kendi resmi kayıtlarına göre), hatalarının (ne isterseniz deyin) hep beraber seçilen günde, gün doğmadan önce bir araya gelerek amfide İsa’ya Tanrı olarak bir ilahi söylemek ve kendilerini bir “sakrament (ayin)” ile hiçbir suç yapmamaya, hırsızlıktan, hilecilikten ve zinadan kaçınmaya, imanlarını yalanlamamaya ve harç vermeleri istendiğinde bunu reddetmeye adamaktadırlar. Gelenekleri bunun ardından dağılarak yeniden bir araya gelmek ve beraber yemeği paylaşmaktır.” Burada törenin adının “sakrament” olduğunu, detaya bakmadığımızda ve doğal olarak yazarın Hıristiyan olmayışını göz önünde bulundurduğumuzda, Justin’in anlattıklarıyla karşılaştırıldığında ana temasının aynı olduğunu görürüz.
Gelin İGNATİUS’a bakalım (İ.S. 55-107). İlk yüzyılın hemen ardından şehit düşerek ölmüştür, bu nedenle hayatı büyük ölçüde Elçilerinkiyle aynı zamana denk gelmiştir. Elçi Yuhanna’nın hayatının son zamanlarına yetişmiş ve öğrencisi Polycarp’ın arkadaşıdır. Piskoposluk bölgesindeki kiliselere mektuplar yazmıştır. Bu nedenle, İgnatius’un Mesih’e büyük bir bağlılığı vardır. Günümüze kadar ulaşan bu yazılarda neler söylemektedir? İzmir kilisesine yazdığı mektubun yedinci bölümünde (orjinal Grekçeden çevirdik) “Efkaristiya ile ilgili bazı çekincelerim var(ekmek ve şarabın paylaşılması). Çünkü Efkaristiya’yı İyilik Babası tarafından yeniden diriltilen ve günahlarımız için acı çeken Kurtarıcımız İsa Mesih’in bedeni olarak ilan etmiyorlar.” Ve Efeslilere yazılan aynı mektubun yirminci bölümünde şöyle der; “Piskopos ve papaza bütün aklınızla itaat edin, sonsuzluğun gıdası olan tek bir ekmeği paylaşın” ‘Çünkü Rabbimiz İsa Mesih’in bir bedeni, kanının birliği için bir kadeh bulunmaktadır.’
Tüm bu iddiaların ardından, Efkaristiya’nın temel gerçeğinin ekmeğin bölünmesi ve şarabın paylaşılarak içilmesi, İsa’nın bedeninin bizim için bölündüğüne ve gerçek kanının bizim için akıtıldığına gerçek bir şekilde iman etmeyi gerektirmektedir. Krisostom’un da söylediği gibi –ve bu sözler günümüzdeki Müslümanlar için çok anlamlıdır– Aziz Matta’ya yazdığı Homilies 23. bölümde (Grekçeden çevirdik) “Eğer İsa ölmediyse, Efkaristiya neyi simgeliyor?” Hep birlikte cevap vererek- “Ne kadar doğru!” diyebiliriz.
Elçisel zamana denk gelen başka bir 2.yüzyıl yazısı, “ON İKİ ELÇİLERİN ÖĞRETİSİ” diye adlandırılan çok erken döneme ait bir kitap bulunmaktadır. Bu isim, bu kitabın on ikiler için olduğu anlamına gelmez, ama onların öğretilerinin temelini oluşturmaktadır. Bazı şüpheci eleştirmenler bunun 2.yüzyılın başlarına ait olduğunu söylerken, bazıları da bunu İ.S. 80-100 yılları arasında 1.yüzyıla yerleştirmektedir. Efkaristiya’dan söz ederek “Ve Tanrı’nın gününde (haftanın ilk günü), bir araya gelin ve ekmeği paylaşın, şükredin” demektedir. Aslında bu yazılarda aşağıdaki gibi ekmekle şarabın paylaşılması sırasında tekrar edebileceğimiz basit dualar da verilmektedir;
“Efkaristiya’ya dokunurken şükredin. İlk olarak kadehten için- ” ‘Oğlun Davut’un kutsal şarabı için Sana övgüler olsun, Baba Tanrı’ Daha sonra ekmek için ‘Bölünen bu ekmeğin dağlarda yetişip bir araya gelmesi, bir olması gibi, Kilisende dünyanın heryanından bir araya gelerek Senin Krallığında toplansın; Görkem ve Güç, İsa Mesih aracılığıyla sonsuzlara dek senindir.’ Tanrı’nın isminde vaftiz olanlar dışında hiç kimsenin Efkaristiya’tan içmesine ya da yemesine izin vermeyin.”
Bu yazılar bizi Elçisel Yazıların dönemine götütür, kabaca söz edecek olursak İ.S. 45 yıllarında başlayan ve neredeyse yüzyılın başına kadar süren bir süreçtir bu. Bu yazıları sadece bir esinleme olarak görmediğimizi tekrar etmek istiyorum. Bu yazıları az sonra söz edeceğimiz yazılarla ya da Sezar, Makrizi, IbnKhaldoun veya bunlar gibi yazıları kesin ve herkesçe bilinen yazılarla aynı düzeyde görüyoruz. Hatta bizim durumumuz Makrizi veya IbnKhaldoun’un durumundan daha kesindir, çünkü onlar kendilerinden önce olan şeyler hakkındaki belgelere dayanarak yazarken, Pavlus (İ.S. 67) İsa ile aynı çağda yaşayan bir insan olarak ve İsa’ya gözleriyle görmüş olan insanların arkadaşı olarak yazmaktadır. Şimdi gerçeklere saygı duyan Müslüman kardeşlerimize Avrupalı eleştirmenlerin bu yazıların her bölümü üzerinde tek tek durarak merhametsiz bir şekilde bunları eleştirdiklerini, ama yazarlarına ve tarihlerine saygı duyduklarını söylemek istiyoruz. Tartışmasız olarak aşağıdaki iki sonucun kesin olduğu konusunda sizi temin edebiliriz.
İkinci Müjde, en köklü Elçisel Kilisenin üyesi tarafından, direk gözleriyle gördüğüne tanıklık ederek İ.S. 70 yılından önce yazılmıştır. Korint’e1. Mektup, Petrus’un ve İsa’nın diğer öğrencilerinin bir arkadaşı olarak Pavlus tarafından yaklaşık olarak İ.S. 55 yılında yazılmıştır.
Şimdi bunlar bizim için ne anlama gelmektedir?
İlk olarak ikincisini ele alalım. Pavlus Efkaristiya’dan sık uygulanan ve o günün kilisesinde geleneksel olarak kutlanan bir ayin olarak söz eder(Pavlus’un İsa ile aynı çağda yaşayan bir insan olduğunu, kişisel olarak Yeruşalim’de bulunan ana kilise de dahil olmak üzere yaşadığı dönemin tüm kiliseleri tarafından ve İsa’nın hayatının son zamanlarında İsa’yla adları geçen Elçiler tarafından da tanındığını aklımızda tutmalıyız). Şöyle söylemektedir (1.Korintliler 10- orjinal metinden çeviriyoruz)- “Tanrı’ya şükrettiğimiz şükran kasesiyle Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmekle Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz?” Her zaman aynı model:- bölünen bir ekmek, sunulan bir şarap ve anısal bir ayin.
Ama bundan da fazlası vardır. Bir sonraki bölümde, dönemin kilisesinde uygulanan bir ayini anlatarak düzensizliğini sert bir şekilde eleştirirken, orijinal Yemeği aşağıdaki sözlerle anlatmaktadır(Anılmak için Yapılan her Yemeğin uyması gereken biçim- ‘Rabbin Sofrası’ adını verdiği tören).
“Size ilettiğimi ben Rab’den öğrendim. Ele verildiği gece Rab İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve şöyle dedi : ‘Bu sizin uğrunuza feda edilen benim bedenimdir. Beni anamak için böyle yapın.’ Aynı biçimde yemekten sonra kaseyi eline alıp şöyle dedi: ‘Bu kase kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır. Her içtiğinizde beni anmak için böyle yapın.” Ve ekler “Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kaseden her içtiğinizde, Rabbin gelişine dek Rabbin ölümünü ilan etmiş olursunuz.” Yazısına bu kadehin ve ekmeğin taşıdığı anlam dolayısıyla ne denli önemli olduğu konusunda Hıristiyanları uyarmakla devam ederken şunları söylemektedir “..kim uygun olmayan biçimde ekmeği yer ya da RAbbin kasesinden içerse, Rabbin bedenine ve kanına karşı suç işlemiş olur.”
Sözcüklere dikkat edin! Tartışmanın ötesinde Elçiler de dahil olmak üzere dönemin tüm Hıristiyanlarının düşüncelerinin, sözlerinin, öğretilerinin, uygulamalarının ve anma törenlerinin orjinal törenin tekrar edilmesi konusunda başarılı olduklarını görürüz. Ve sonuç olarak ‘ikinci anma töreni burada izlenen yolun dışına çıkıyor mu?’ diye sormak istiyoruz. Pavlus’un anlattığı uygulama gerçekte bu akşam yemeğinde Tanrı’nın kendisinin huzurunda (aşağıya bakınız) yapılan uygulamayı doğrulamakta mıdır ya da daha önceki esinlemeyle ilgili tartışma konusuna göre düşünürsek en azından o dönemin genel uygulamalarını doğrular mı? Evet doğrulamaktadır! Aşağıda doğrudan görerek tanıklık etmiş bir kişi olan Petrus’un, arkadaşı Markus’a anlattıklarından bir kesit bulunmaktadır.
“Yemek yerken İsa eline ekmeği alıp bereketleyerek böldü ve ekmeği onlara uzatarak; ‘ Alın yiyin, bu benim bedenimdir’ dedi. Daha sonra eline kaseyi alıp şükrederek onlara uzattı, hepsi kaseden içtiler. Daha sonra onlara ‘Bu birçokları uğruna akan yeni antlaşma kanıdır’ dedi.”
Tartışmamıza burada bir nokta koyarken: bir kez daha samimi Müslümanlara burada örnek gösterdiğimiz bölümlerden hiçbirini bir esinleme olarak görmediğimizi, dikkatinizi Elçilerin zamanına, evrensel gerçekler üzerine çektiğimizi hatırlatıyoruz (“quodsemper, quodubique, quod ab omribus”- zamanda, yerde, uygulamada birlik). Aynı şekilde bizler çarmıha gerilenin İsa, Simon, Yahuda, Fantom ya da tanınmayan herhangi birisi olması gibi belirsiz bir kimlik tartışması içinde de değiliz. Bizler Elçilerin akşam yemeğinde İsa’nın söylediklerinden duyduklarını konuşuyoruz. Burada Simon ya da Yahuda veya herhangi başka bir benzerlik tartışması yoktur- “zaten Muhammed’in zamanından günümüze kadar hiçbir Müslüman Son Akşam Yemeği yenirken o odada böyle birşey olduğunu iddia etmemiştir. O halde İsa’nın o akşam öğrencileriyle beraber sofraya oturarak ekmeği bölüp onlara yedirdiğini, şarabı kaseye doldurup onlara içirdiğini; ekmeğin bölünmesini bedeninin bölünmesine benzettiğini, şarabı da akan kanına benzettiğini; ve kanın bir sunu olduğunu; Yeni Antlaşma kanı olduğunu; açıkça ve yol göstererek en hatasız biçimde o anda girmekte oldukları korkunç günü- ilerde haince ele verilişini ve bedeninin parçalanmasını, kanının akıtılmasını anmak için ekmeğin bölünerek paylaşılmasını ve şarabın kaseye doldurularak içilmesini emrettiğini biliyoruz. Ve hemen ardından gelen nesil tarafından bunun başarılı bir biçimde tekrar edildiğini, o günden bugüne kadar da Mısır’dan tüm dünyaya yayıldığını görüyoruz. Bu iddiayı okuyan Müslüman kardeşlerimizden çoğu, dürüst cevap verecek olurlarsa, İsa’nın Kurtarıcı ve Kurbanları olarak onlara seslendiğini itiraf edeceklerdir:
“Bu ekmeği böldükçe ve bu kaseden içtikçe, Rabbin gelişine değin O’nun ölümünü ilan etmiş oluruz.” (Elçi Pavlus)
“Eğer İsa ölmediyse, EFKARİSTİYA BİLEŞENLERİ NEYİ SİMGELEMEKTEDİR?”- Krisostom’un sorusu meydan okumaktadır- Tanrı size bunu doğru olarak cevaplamak konusunda yardımcı olsun!
Kanıtlarla ‘Pazar Günü’
Yazının daha önceki bölümünde sizlere Rabbin Sofrası’nı ayinin en eski halini kanıtlayarak, yıllar boyunca tarihi olaylar eşliğinde, tarihsel gerçeklerle beraber uygulamanın büyük önemi üzerinde durduk. İsa özel bir akşamda özel birşey yapmış ve bunun tekrar edilmesini istemiştir, yaptığı uygulama tek ve sadece bir noktayı, O’nun ölümünü işaret etmektedir.
Ve sonuç olarak her Müslüman ve her Hıristiyan O’nun gerçekten öldüğüne inanmalıdır, çünkü birinci olarak bir peygamber bu derece önemli bir konuda yanılamaz, ikinci olarak da eğer bu peygamberliğin ardından ölmemiş olsaydı öğrencileri ona inanmazlardı ve tamamlanmamış bir peygamberliği devam ettirmez, hiç verilmemiş olması gereken bir buyruğu uygulamaya devam etmezlerdi.
Bir sonraki bölümde de başka bir gerçeği, İsa’nın sadece Cuma günü öldüğünü değil ama Cumadan sonraki Pazar günü dirildiğini de kanıtlamak istiyoruz. Bu olaylar tarihte yer almış ya da yer almamış olan en önemli olaylardır. Bu nedenle bu kadar büyük öneme sahip konularda, hem de gerçeğe erişmek mümkün ve basit iken hata yapmak çok üzücü olur. Bu yüzden siz Müslüman ve (pazar günü konusunda) Yahudi kardeşlerimizin yararı için memnuniyetle çalışarak hizmet ediyoruz.
Neden Pazar günü? Neden Hıristiyanların kutsal günü Pazardır? Hıristiyanlar neden Eski Antlaşma’yı kabul eden diğer insanlar gibi haftanın yedinci günü olan Cumartesi gününü kutsal saymaya devam etmiyorlar?
Aslında bu konu üzerinde düşünülürse Hıristiyanların bu uygulaması öyle sıra dışıdır ki başka hiçbirşey aynı etkiyi yaratamaz. Nedenini düşündürücüdür! Hırisityanlar, Tanrısal olduğuna inanılan Yasa’dan farklı olarak, hem de bu Kutsal Yasa’da herhangi bir değişiklik olmaksızın On Emir’de belirlenen dinlenme günlerini başka bir güne kaydırmışlardır. Bu inanılmaz bir olaydır! Müslümanların dinlenme günlerini Kuran’ın aksine Perşembe gününe almaları gibi birşeydir. Bu kadar imkansız görünen bir değişikliği yapmak için yeterli neden ne olabilir?
Bu değişiklik aynı zamanda Hıristiyanların yıllardır süregelen geleneklerini bozmalarına da neden olmuştur. Ve böyle köklü bir değişimin oluşabilmesi için ne gerektiğini ancak bu tür yaptırımların getirdiği baskıyı deneyim eden doğu kökenli insanlar – ki kutsal yasalara bir de ilk çağı ekleyin- anlayabilirler.
Etik ve sosyal olaylarda, neden olan etken ve etkileri birbirine bağlıdır. Büyük bir sosyal olayla karşılaştığınızda, bunu açıklayabilecek geçerli bir neden aramalısınız. O halde Hıristiyanların kutsal günlerini Cumartesi’den Pazar’a almalarına neden olan neden neydi?
Pazar günü meydana gelen ve Hıristiyanlığın başlamasına neden olan bir olaydı. Bu olay İsa’nın dirilmesinden başka birşey olamaz.
Bu sonuca dogmatik olarak varmıyoruz. İddiamızı tarihsel gerçeklerle karşılaştırarak yeniden gözden geçiriyoruz. Bu nedenle yazının geriye kalan kısmında, en erken dönemlerden itibaren hem Hıristiyanların Pazar gününü kutsal saydıkları hem de bunun nedeninin İsa’nın bu günde dirilmiş olmasıyla ilgili tarihsel tanıklıklara yer veriyoruz.
Üçüncü Yüzyıl
Bundan sonraki zamanlarla problemimiz olmadığını düşünüyoruz. En önemli nokta olan erken dönem uygulamalarına örnek olarak üçüncü yüzyıldan “Elçisel Bildirgeler” adlı ayin kitabını alıyoruz.
“Rabbin günü olan diriliş gününde özenle bir araya gelin ….. Bu günde dua ederek, üçüncü gün ölümden dirilenin huzurunda dururuz ve bu günde peygamberlikler okunur, Müjde paylaşılır, ondalık sunular verilir ve Rabbin Sofrası paylaşılır.”
İkinci Yüzyıl
Aşağıda ikinci yüzyılın sonlarından İskenderiye’liKlement’ten bir tanıklık bulunmaktadır:
“Rabbin Müjde sözünü benimseyen ve O günü Rabbin günü olarak kabul eden kişi, Şeytan’ın saldırısına uğradığında kendi kendine Rabbin dirilmesini yüceltir.”
Üçüncü yüzyılın ortalarından başka bir tanıklık da İ.S. 150 yıllarından, “İlk Mektup” ta Roma İmparatoru’na seslenen Justin- Martyr’den gelmektedir.
“Güneş günü diye adlandırılan günde, şehirde ve köylerde yaşayan herkes bir yerde bir araya gelir ve Elçilerin yazıları okunur…. (Ardından dualarla ve Efkaristiya ile ilgili açıklamlar bulunur)… ana toplantımızı Pazar günü gerçekleştiririz çünkü bu Rabbin karanlıkta değişim yarattığı ilk gündür ve o günde kargaşadan evreni yaratmıştır. Çünkü aynı günde Kuratarıcımız olan İsa Mesih ölümden dirilmiştir. Onu Cumartesi’den önceki gün çarmıha gerdiler, ardından Cumartesi’den bir sonraki gün olan Pazar günü İsa Elçilerine ve Öğrencilerine görünerek onlara bunları yapmayı öğretmiştir…”
Bundan daha net ne olabilir? Justin kendi zamanının gelenek ve inançlarını anlatmaktadır, İ.S. 150 yılında bile bu inanç ve uygulamalar tüm dünya tarafından sorgulanmaksızın kabul edilmiş ve önceki nesilden alınmıştır. Didake (“On İki Elçilerin Öğretisi”) adı verilen (ikinci yüzyılın başları) kitapta şöyle yazılmaktadır;
“Rabbin gününde bir araya gelip ekmeği paylaşarak şükredin..”
İlk Yüzyıl
Şimdi de hayatı Elçi Yuhanna’nın hayatının son zamanlarına denk gelen İgnatius’un tanıklığına geldik. Bölümlere ayrılmış olarak dokuzuncu bölümde Magnezyalılalara şöyle seslenmektedir:
“Eski ve alışıla gelmiş şeylerle yetişmiş olan insanlara yeni bir ümit geldi, artık Şabat yerine hayatımıza ölümüyle yeniden can veren Rabbin Günü’ne göre yaşıyorlar.”
Modern çeviride bu paragrafın yorumunu şu şekilde bulduk; “Artık Yahudi geleneklerine göre Şabat gününü tutmaktan ve iş yapmamakla övünmekten vazgeçelim… ama her birimiz ruhsal olarak Şabat gününü tutmaya devam etsin… ve Şabat gününü anladıktan sonra Mesih’in dostu olan herkes bize yeniden hayat veren Rabbin gününü ve Mesih’in ölüm karşısında zafer kazandığı diriliş gününü sevinçle kutlasın.’
Gördüğümüz gibi özellikle bu paragraf ilginçtir. Cumartesi’den Pazar’a geçiş doğal olarak ve yavaş yavaş olmuştur: erken dönemde her ikisi de kabul edilmektedir ve zamanla Cumartesi önemini yitirir. Ama süreç içerisinde ana tema tamamlanmış olur ve geriye İsa Mesih’in Dirilişinin İlk Günü kalmıştır.
Bunu ardından İlk Çağa- elçilerin Çağına giriyoruz. Bu zamanla ilgili olarak büyük ihtimalle bir Elçinin kendisi tarafından verilen “Elçi Barnaba” adı erilen bir kişiden daha tanıklığımız var. Bu yazıda şunu buluyoruz:
“Sekizinci günü sevinçle kutlamamızın nedeni, İsa’nın ölümden dirilerek başkalarına görünmesinin ardından Göğe yükselmesidir.”
Elçisel Zaman
Son olarak Hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan, İsa’yla aynı çağda yaşayan Petrus, Pavlus ve diğerlerinin zamanına değinmek kalıyor (ve biz burada Kutsal Yazıların esinleme olmasına değinmeden onları tanıklık eden gerçekler ve tarihi dökümanlar olarak görüyoruz)
İlk olarak Elçi Yuhanna’nın Vahyi olarak adlandırılan ve kesin olarak Elçisel zamana ait olduğunu bildiğimiz kitap bize Pazar günü için “Rabbin Günü” sözünün kullanıldığını göstermektedir. “Rabbin gününde Ruh’un etkisindeydim…” (Vahiy 1:10)
Elçilerin İşleri 20:7’de şunları okuyoruz: “Haftanın ilk günü ekmek bölmek için bir araya toplandığımızda Pavlus imanlılara bir konuşma yaptı. Ertesi gün oradan ayrılacağı için konuşmasını gece yarısına dek sürdürdü.” 1. Korintliler 16:2’de Pavlus’un aynı günde para biriktirip, vermeyi de öğütlediğini görüyoruz:
“Haftanın ilk günü herkes kazancına göre bir miktar para ayırıp biriktirsin. Öyle ki, yanınıza geldiğimde para toplamaya gerek kalmasın.”
Dört Müjde yazarının da, hep bir ağızdan, özellikle de bu günü İsa’nın mezardan dirildiği gün olarak belirttikleri için haftanın İlk Günü’nün kutsal sayılması şüphe edilebilecek ya da şaşılacak bir şey değildir; Mt. 27:1; Mar. 16:2, 9; Lu.24:1; Yu. 20:1, 19.
Rab bu sözleri, iman edenelerin imanını güçlendirmek için ve iman etmemiş olanlara yardım etmek için kullansın!
KAYNAKÇA: Nil Yayınları Kahire- Mısır